ATATÜRK’ÜN ANNESİ ZÜBEYDE HANIM
YAHYA AKSOY
Zübeyde Hanım, Rumeli’de “Konyarlar” diye anılan Türkmen bir aile olan Sofuzade Feyzullah Efendi ile
Ayşe hanımın çocuğu olarak 1857’de dünyaya gelmiştir. Ailesi 1466’larda Karaman’dan gelerek Edessa
Sancağına bağlı Sarıgöl’e yerleşmiş ve daha sonra Selanik yakınlarında Langaza göçmüştür.İlkokul
öğretmeninin oğlu Ali Rıza Efendi ile I870/71 yılında evlenmiş olan Zübeyde Hanım, eşinin vefatından
sonra çocuklarını büyük bir fedakârlıkla yetiştirmiş örnek bir Türk kadınıdır. Oğlunun başarılarını
gördükten sonra 14 Ocak 1923 tarihinde İzmir’de hayata gözlerini kapamıştır.Ruhu şâd olsun.
ATATÜRK, 27 Ocak 1923’de annesinin mezarı başında :
“Zavallı annem, bir zamanlar kurtuluşu bütün bir ulus için ülkü olmuş İzmir’in kutsal topraklarına
vücudunu emanet etmiş bulunuyor. Ölüm , yaratılışın en doğal bir yasasıdır.Böyledir ama yine de üzüntü
verici belirtileri vardır.Burada yatan annem,zulmün, zorbalığın,bütün ulusu uçuruma götüren kural dışı
yolsuz bir yönetimin kurbanlarından biridir.Bunu açıklamış olmak için , izin verirseniz, acılı yaşamının
belirgin birkaç evresini aydınlatayım.
Abdülhamit günlerinde idi.1905 yılında okuldan kurmay yüzbaşı olarak çıkmıştım.Hayata ilk adım
atıyordum.Ama bu ilk adım hayata değil zindana rastladı.Gerçekten de beni bir gün aldılar ve yolsuz
yönetimin zindanlarına koydular.Orada aylarca kaldım.Annem bunu ancak ben zindandan çıktıktan
sonra duydu.Ve hemen beni görmek için koşup İstanbul’a geldi.Ama orada kendisi ile ancak üç beş gün
konuşabildim.Çükü yeniden o kötü yönetimin jurnalcıları,casusları ve cellâtları oturduğumuz yeri sarmış,
beni yine alıp götürmüşlerdi.Anam ağlayarak arkamdan geliyordu. Beni sürgüne götürecek olan vapura
bindirirlerken o kadar çok istediği halde benimle görüşmesi yasaklandı da göz yaşları içinde Sirkeci
rıhtımında tek başına kalakaldı.Sürgündeki korkutucu günlerimi o, gönül kaygıları ve göz yaşları ile
geçirdi. Sonra; Mütareke yıllarında ben Anadolu’ya geçince de annemi yine kaygılı ve kuşkulu olarak
İstanbul’da bırakmak zorunda kaldım.Yanımda kendisinin bana arkadaş diye verdiği bir adam vardı.
Onu Erzurum’dan İstanbul’a gönderdiğim zaman annem, tek başına geldiğini duyunca, benim
için Padişahın ” asılsın” fermanının yerine getirildiğini sanıp inmeli oldu. Ondan sonrası savaş ve uğraş
yılları onun günlerini hep kaygıya, derde ve üzüntüye boğan nedenlerle dolu geçti… Son bir iki yıl içinde
onu İstanbul’dan kurtarıp yanıma getirebilmiştim.Ona kavuştuğum zaman o artık yalnız duygularıyla
yaşıyordu.
Annemi yitirmekten çok üzgünüm. Ama benim bu acımı gideren bir avuntum var; Anayurdu
yoksulluğa, yokluğa sürükleyen yönetimin, artık bir daha geri gelmeyecek gibi yokluğun mezarına
götürülmüş olduğunu görerek ölmüş olmasıdır. Annem şimdi bu toprağın altında;ama bu toprağın
üstünde Anayurt bütünlüğü ve ulus egemenliği dünyanın sonuna kadar sürecek; beni avutan en etkili
güç işte budur.Evet,ulusal egemenlik dünyanın sonuna kadar sürüp gidecektir.Annemin ve bütün
atalarımın ruhunu tanık tutarak vicdanımdan kopan andı bir daha söyleyeyim:
Annemim mezarı önünde ve Tanrının yüce katında söz verip and içiyorum ki ulusumun bu kadar
kan dökerek elde ettiği egemenliğin korunması ve savunulması için gerekirse annemin yanına gitmekten
çekinmeyeceğim. Ulus egemenliği uğrunda canımı vermek, benim için vicdan borcu olsun, namus borcu
olsun.”